İstanbul için hep hayal ederdim bunu; hayal ettiğimi Budapeşte'de buldum; şehrin, mutlaka meydanlarına değil ama küçük sokaklarına heykeller dikmek, günlük hayatı tatlı sürprizlerle donatmak güzel olurdu. Heykel derken kasteddiğim, kaideler üzerinde yükselen, insana tepeden bakan anıtsal eserler değil, göz hizasında insanlarla demokratik ilişki kuran sanat eserleri.
Heykel konusuna ilerde tekrar döneceğim, yalnız şunu da belirteyim, Macarlar bunu biraz abartmış, Ronald Reagan'ın heykelini bile dikmişler. ABD'de veya dünyanın herhangi bir yerinde daha evvel Reagan heykeline hiç rastlamamıştım.
Heykeller şehri derken Tuna'ya da haksızlık etmiş oluruz ama. Budapeşte bir Tuna şehridir; Tuna'nın içinden geçtiği hiç bir diğer ülkenin adı şehirle bu kadar özdeşleşmemiştir, en azından benim nezdimde. Tuna denince benim aklıma diğer şehirler değil Budapeşte gelirdi. Ama Tuna'ya sempati kazandıran Nazım olmuştur bende. Nazım için Tuna memleket, Memet hasretidir; Tuna'nın suyu olmayı, Karadeniz'den İstanbul'una Memedine varmayı hayal etmiştir. Daha güzel bir hasret şiiri olabilir mi? Bu şiiri okuduğumdan beri Tuna nehirlerin en güzeli olmuştur bende.
Gökte bulut yok,
Söğütler yağmurlu,
Tuna'ya rastladım,
Akıyor çamurlu çamurlu...
Hey Hikmet'in oğlu, Hikmet'in oğlu!
Tuna'nın suyu olaydın,
Karaorman'dan geleydin,
Karadeniz'e döküleydin,
Mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin...
Geçeydin Boğaziçi'nden,
Başında İstanbul havası,
Çarpaydın Kadıköy İskelesi'ne,
Çarpaydın, çırpınaydın,
Vapura binerken Memet'le anası...
Söğütler yağmurlu,
Tuna'ya rastladım,
Akıyor çamurlu çamurlu...
Hey Hikmet'in oğlu, Hikmet'in oğlu!
Tuna'nın suyu olaydın,
Karaorman'dan geleydin,
Karadeniz'e döküleydin,
Mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin...
Geçeydin Boğaziçi'nden,
Başında İstanbul havası,
Çarpaydın Kadıköy İskelesi'ne,
Çarpaydın, çırpınaydın,
Vapura binerken Memet'le anası...
Nazım
Tuna boyunca yürürken kentin en önemli yapılarından biri, en turistik mekanı olan Parlamento binasının hemen yanında Attila Joseph heykelini göreceksiniz; Macarların en sevdikleri şairleri olmalı ki, yeni Macaristan'ın en önemli yapısı olan Parlamento'nun yanında Tuna'ya bakan hüzünlü bir heykelini koymuşlar; heykel o kadar insani ki yanında oturup onunla birlikte Tuna'yı seyredesiniz geliyor, ki bunu yapmalısınız. 32 yaşında kendini bir trenin altına atarak intihar etmiş; 32 yıllık ömrü ile Macar halkının en önemli şairi olabilmiş. 29 yıllık ömrü ile Türk halkının olmasa bile bizim, benim, dostlarımızın en önemli şairi, canımız Zafer Ekin Karabay'ı getiriyor aklıma.
Budapeşte'de her şey Tuna. Tuna Nazım için memleket hasreti iken yahudiller içinse başka acıların anlamı. Hayatımda gördüğüm en dramatik sanat eserlerinden biri yine Tuna kıyısında, Atila Joseph heykelinin biraz ilerisinde Can Togay tarafından yapılmış 60 Ayakkabı (60 shoes)'dır. Tuna kıyısında ayakkabıları çıkartılıp kurşuna dizilen 60 yahudiyi anlatır. Can Togay da Türkiye'den kaçmak zorunda kalan, ülkesine sürgün bir Türkün Macaristan'da doğan evladı.
Tuna kıyılarında yürüyüp, üzerindeki köprülerden geçip ve en sonunda Gelbert Tepesi'ne çıkıp Tuna'ya bir de buradan baktıktan sonra artık Tuna sizin de sevgili nehriniz olmuş olacaktır. Avrupa'daki diğer nehirler bir yana, Tuna bir yana.
Peki Doğu ile Batı'yı ayıran Tuna mıdır yoksa Boğaziçi midir? Biz Doğu İstanbul'dan başlar deriz, Napolyon ve Troçki ise Doğu'yu Budapeşte'den başlatır. Budapeşte kendine özel güzelliği ile Doğu olamayacak kadar Batı, tek başına Batı olamayacak kadar da Doğu. Bununla birlikte Doğu bizi anıştırıyorsa Doğu demek de doğru olmaz, "Batı'dan farklı" demek daha doğru olur. Bu, Sovyetlerden mi yoksa kendi tarihsel geçmişinden mi kaynaklı bilemiyorum. Tarihe ilişkin çok merak ettiğim şey, Sovyetler olmasaydı bugünkü Doğu Avrupa ve eski Sovyet ülkelerinin tarihsel gelişimi nasıl olurdu. Bugün bu ülkelerin Sovyet geçmişi altında yaşadıkları, kendilerince eziyete rağmen bu rejimler bu ülkelere hiç bir şey vermedi mi? Sovyetler olmasaydı Doğu Bloku ülkelerinde kadınlar yine bu kadar sosyal hayatın içinde olabilirler miydi? Sporda, sanatta bu ülkeler bu kadar başarılı olabilirler miydi? Ve şehirleri bu kadar iyi organize ve yeşile doymuş olabilir miydi?
Hiç bir şehre 3 tam günden az zaman ayırmamak gerekir, yoksa o şehre haksızlık etmiş olursunuz. Budapeşte 3 günü hakediyor; Cuma Cumartesi'ye denk getirip cafelerinde, restoran, bar clublarında keyfinizi çıkartın. Yazın açık hava eğlence alanları meşhurmuş, bilemiyorum. Ama bildiğimiz bir şey varsa o da şehirde bir "ruin pub" kültürünün olması. Instant ve Szimpia Kert en ünlü iki ruin pub. Biz Instant'ı daha çok beğendik. Bu iki bar, her ne kadar underground, avant garde olarak adlandırılsa da geniş turist yığınlarının uğrak yeri olmuşlar, gördüğümüz pek bir avant garde'lıkları kalmadığı. Nevizade benzeri bir yer görmek istiyorsanız Gozsdu Udvar'a uğrayabilir, burdaki bar clublarda eğlenebilirsiniz. Şehirde Club olarak kesinlikle gitmemenizi önereceğim yer Peaches&Cream; Instant'a yakındır. Hellobaby, Ankert, A38 arkadaşlarımızın önerdiği clublar. Bizi götürdükleri yer ise Hellobaby oldu. Eğleneceksiniz.
Lüks alışveriş caddesi olarak Andrayocski Caddesi geçer. 1,7 milyonluk bir şehir ama lüks mağazalar açısından İstanbul'la yarışır. Cadde üzerinde çok ünlü markaları görebilirsiniz. Ortadireğin alışveriş caddesi ise Vaci Utca. Zara, H&M gibi markalar bu caddede.
Binaların dış yüzeyleri inanılmaz süslü. Macaristan'ın bağımsızlık kazanması/kurulmasıyla başlamış bir hareket bu. Avusturya ile yarışırlar ve Avusturyalılara ne kadar kültürlü olduklarını göstermek için olayı biraz abartırlar. Bir süreden sonra binaların dış yüzeylerindeki heykelleri görmez oluyorsunuz zaten.
Tramlere binip rastgele şehri dolaşmanız, plansız şekilde tramlerle şehri turlamanızı öneririm.
En nihayetinde aklımda kalan, Budapeşte'nin Prag-Budapeşte-Viyana tur üçlüsü içerisinde düşünülmeden tek başına, başlıbaşına bir rota olmayı hakettiği. Size Türkiye'yi unutturabilir, bir kaç günlüğüne de olsa ihtiyaç duyduğunuz oksijeni almanıza yardımcı olabilir.
Yorum Gönder